“Neye çare mi?” sorusu ile başlayalım. Mevcut Kapitalist sistemin kurum- kuruluş ve mekanizmalarının insanlığa sağladığı refah düzeyi ve bu refahın insanlar arasındaki dağılımını adil buluyor muyuz? Aşağıda önce bu soruya cevap vereceğiz. Ardından İslam Ekonomisi ve Finansının tespit ettiğimiz eksikliklere çare olup olmayacağını tartışacağız.
Batı medeniyetinin bir ürünü olan Kapitalist sistem, yaklaşık üç yüz yıldır tedavülde. Sanayi Devrimi ile başlayan hızlı dönüşüm sadece ekonomik ilişkileri değil sosyal ve kültürel ilişkileri de belirlemiş; tüm dünya toplumları “medeniyet” ile tanışma derecesine bağlı olarak dönüşümden nasibini almıştır. Dönüşümün devam ettiğini ve bunun öncülüğünü de hala Batı medeniyetinin yaptığını kabul etmek lazım. Ancak ne bu üç asra yayılan “başarı” ne de hala “alternatifsiz” görünmesi, temsilcileri ve savunucuları arzu etse de Batı medeniyetinin ve kapitalizmin eleştirilemez olduğunu bize söylemez. Zira, başarıları abartılan başarısızlıkları ise fazla tartışıl(a)mayan bir sistem olarak kapitalizmin doğuşu da finansmanı yapısal arızalarla maluldür. Yeni, sağlıklı, refah üreten ve daha adil bir sistem arayışının durdurulması talebi her şeyden önce asırlarca refahın ve adaletin merkezi olmuş Müslüman toplumlardan beklenebilecek bir talep değildir. “Medeniyetlerin el değiştirdiğini” ve sünnetullah gereği “Allah’ın çalışana vereceğini” bilen Müslümanlar, son din olarak gönderilen İslam’ın iktisadi hayatın dinamizmini inkar etmeyen ama onun işleyişinin temellerini de vaz ettiğine inanmaktadırlar. Öyleyse hayatın diğer alanlarında olduğu gibi Müslümanca iktisadın yeniden inşası çabasından geri duramayacağımız da aşikardır.
Artısıyla Eksisiyle Kapitalizm
Dünya geliri üzerine yapılan araştırmalar göstermektedir ki Sanayi Devrimine kadar kişi başına gelir düşük ve neredeyse sabit seyrederken seri üretimin bir sonucu olarak günümüze kadar (sabit dolarla) on iki kattan fazla artmıştır (Tablodaki veriler 1995’e kadar olan dönemi kapsamaktadır). Ancak bu artışın Sanayi Devrimine giden süreçte yaşanılan ve 20. Yüzyılın ortalarından itibaren (en azından şeklen) sona eren kolonyal dönemin ekonomik ilişkileri değerlendirmelerde her zaman dikkate alınmalıdır. Yine de kapitalist sistemin gelirde sağladığı bu artışı başarı olarak görebiliriz.
Tablo 1: Kişi Başına Gelir (1990 Uluslararası Doları)
YIL |
0 |
1000 |
1500 |
1820 |
1995 |
Dünya |
$425 |
$420 |
$545 |
$675 |
$5,188 |
Batı |
$439 |
$406 |
$624 |
$1,149 |
$19,990 |
Batı Avrupa |
450 |
400 |
670 |
1,269 |
17,456 |
Kuzey Amerika |
400 |
400 |
400 |
1,233 |
22,933 |
Japonya |
400 |
425 |
525 |
675 |
19,720 |
Diğer |
$423 |
$424 |
$532 |
$594 |
$2,971 |
Diğer Batı |
400 |
400 |
597 |
803 |
5,147 |
Latin Amerika |
400 |
415 |
415 |
671 |
5,031 |
Çin |
450 |
450 |
600 |
600 |
2,653 |
Diğer Asya |
425 |
425 |
525 |
560 |
2,768 |
Afrika |
400 |
400 |
400 |
400 |
1,221 |
Kaynak: Angus Maddison, Maddison, Angus, Poor until 1820, https://www2.econ.iastate.edu/classes/econ355/choi/rankh.htm [Erişim: 15 Ekim 2024].
Ancak bu verilerin gösterdiği diğer bir husus Sanayi Devrimi öncesi Batının gelişmiş ülkeleri ile diğer ülkeler arasında birbirine yakın olan kişi başına gelir rakamları arasındaki makas hızla açılmış, ülke gruplarına göre altı ila 16 kata kadar artmıştır.
Bu nokta kapitalist sistemin haklı eleştirilere muhatap olmasına yol açmaktadır. Buna göre, kapitalist sistem ne ülkeler içinde ne de ülkeler arasında gelir adaletini temin edememiştir. Zira ufak bir araştırma gelişmiş ülkelerde de gelişmekte olan ülkelerde de en zengin %1 veya %10 ile en fakir %10 veya fakir %50 arasında büyük uçurumlar vardır. Bu konuyla ilgili ufak bir internet araştırması çok sayıda karşılaştırmalı rakamı önümüze koyar.
Aslında bu sonuç sürpriz de değildir. Zira, kapitalist sistem, her ne kadar üretim faktörleri arasında piyasa işleyişine bırakan ve otomatik olarak üretimi artırırken emek ve sermayenin geliri paylaştıran teorik alt yapısına rağmen gerçekte böyle bir mekanizmanın varlığı ve pürüzsüz işleyişi de sonuçta ortaya çıkan dağılımın “adil” olma ihtimali de şüphelidir. Yaklaşık üç yüz yıllık kapitalist sistem tarihçesine baktığımızda refah dönemlerinden yeterince faydalanamayan zayıfların kriz dönemlerinin ilk ve belki de tek mağduru olduklarını görürüz. Refah artışı dönemlerinde artan gelirden çay kaşığı ile faydalanabilenler kriz anlarından aldıklarını kepçe ile vermek durumunda kalmaktadırlar. Bu sonuç ülkeler arasında da geçerlidir. Buna göre, güneyden kuzeye sürekli bir sermaye akışı olduğu tespiti de genel tespitler arasındadır ve bu durum hala devam etmektedir.
İslam Ekonomisi Ne Vadeder?
Kapitalist sistemin güçlüyü kollayan yapısının kaynağı şüphesiz ki faizdir. Faiz, üretim süreçlerine katılan faktörlerden biri olan sermayenin risk almaması, tüm riski diğer üretim faktörlerine kaydırmasıdır. İşte, faizi bir üretim faktörü geliri olarak değil sömürü aracı olarak gören tüm düşünce sistemleri gibi İslam da faizi reddeden bir ekonomik sistemin kurulmasını vaz etmektedir.
Faiz yasağı ile üretim faktörlerinin tamamı eşitlenmekte, üretim süreçlerine dahil olmanın olası getirisini de riskini de paylaşmak zorunda kalmaktadırlar. Faiz yasağı ile birlikte İslam ekonomisinde üretim daha organize edilirken gelir dağılımında daha adil bir sonucu garanti etmektedir. Diğer bir ifadeyle, iyi işleyen (ekonomik birimlerin piyasayla ilgili aynı bilgi setine sahip olmaları, alternatif yatırım-iş imkanlarını tanımaları…) bir piyasada faiz yasağı sayesinde gelir dağılımı ile ilgili muhtemel adaletsizlikler baştan minimize edilebilmektedir. Bu yüzden, faiz yasağını risk transferi imkanından dolayı aşırı finansallaşmadan kaynaklanan çok sayıda krizin olmasını engelleyerek ve üretilenin paylaşılmasında tüm faktörlerin risk üstlenmesi ve geliri daha adil paylaşmasını temin ederek gelir dağılımını düzeltme imkanı sunmaktadır.
Bu nedenle belki de İslam ekonomisinin önerdiği en önemli mekanizmalardan biri olan zekat (ve infak) kurumunu her toplumda ortaya çıkabilecek ihtiyaçlı olma halini giderme amaçlı bir mekanizma olarak görmekle beraber faiz yasağının krizleri önleyici ve riski (kar ve zararı) paylaştırıcı özelliği nedeniyle gelir adaleti için asıl kurum olarak görmek mümkündür. Öyleyse İslam ekonomisini, görece düşük büyüme hızına yol açma ihtimaline rağmen kriz sayısındaki azalma ve geliri adil paylaşma mekanizmalarıyla tabana yayılmış yüksek düzeyde refahı vaat ettiğini söyleyebiliriz.
Başka Ekonomik Sistem Mümkün mü?
Kapitalist sistemin savunucuları onu özellikle Doğu blokunun çökmesinden ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra insanlığın en iyi icadı olarak takdim etmekte ve bunu herkesin kabul etmesini beklemektedirler. Bunu biraz kapitalizmin teorisi ile alternatiflerin uygulamasını kıyaslayarak yaparlar. Bir de kapitalist sistemin üç yüz yıllık tarihçesinde sosyal güvenlik sistemini kurması ve daha “insani” bir çehreye bürünmesinden cesaret alarak alternatif arayışlarının beyhude olduğunu düşünmemiz arzu edilmektedir.
Halbuki, vahşi kapitalizm insanileşse de zayıfın zayıf kalmaya mahkûm kaldığı ve güçlünün de daha semirdiğinin açık olduğu bir sisteme karşı alternatif arayışlarının devam etmesi kaçınılmazdır. İslam ekonomisi, sadece daha sağlam temellere sahip olduğu için değil aynı zamanda kapitalizm öncesi Avrupa’nın önemli bir bölümünü de içine alan (Endülüs ve Osmanlı) geniş bir coğrafyada daha insani ve müreffeh bir dönemi insanlığa yaşattığı için insanlığın yegâne çaresidir.
İslam Ekonomisi ve Finansı Çare mi?
Şu anki halimizin, çarenin de bizim inancımızda olduğunu görmemize engel olmasına izin vermemek gerekir. Elbette doğal kaynakları bol bir coğrafyada, Allah’ın verdiği doğal zenginliği bile işleyememek üzücüdür. Ne var ki, Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra en az bin yıl fetret devri yaşayan Batı medeniyetinin yeniden güçlenmesi nasıl mümkün olmuşsa aynı şeyin İslam medeniyeti için de tekrarlanmaması için bir neden yoktur.
İslam toplumları medeniyet miraslarının daha çok farkına varmakta, son elli yıldır İslami finans kurumlarını oluşturmaktadır. Hala üç yüz yıllık kapitalist sisteme göre bebeklik döneminde olsa da kat ettiği mesafeyle İslam ekonomisi ve finansının sunduğu imkanların farkına varıldığı bir dönemdeyiz. Müslüman toplumların genç nüfusu iyi bir eğitim alırsa, -özgüveni inşa edip atılım dönemini başlatırsa ve başkalarının kaynaklarını sömüremeyeceği bir ihya hareketini kurar ve güçlendirirse neden olmasın? Bu kadar -se, -sa ile denmemeli. Süreç zaten başladı ve sosyal dönüşüm süreçleri başlangıçta düz bir hat üzerinde gider. Aslında kalkış için depolanan enerjidir işleri gecikiyormuş gibi gösteren. Kalkışla beraber aldığımızın yolun kıymetini takdir edeceğimiz günler çok uzakta değil.